top of page

Mevzu B'Aşka - Zeynep Pelin Ataman

Mevzu B’Aşka

Eski eşyalar arasında 1929 yılı doğumlu babama ait bir not defteri bulmuştum. Aslında bir özelliği olan notlar değildi defterin içindekiler. Alışveriş listeleri, basit muhasebe ve ders notları içeriyordu çoğunlukla. Ancak sanki gizli bir yerine babam ‘Ben de sevdim. Sene 1949’ notunu düşmüştü. Çocuk aklımla defterin sadece bana açılmış aslında babama ait olan duygu durumunu onun ‘hususi’ hayatının bir parçası saymış ve bundan kimseye bahsetmemiştim. Her şeyin ifşasının pek de makbul olmadığının yavaş yavaş farkına varıyordum. Hatta bu sır tutma işini biraz daha ileri götürüp okulda içine kapanık sayılabilecek bir hal almıştım. Aslında saklanacak sırları ben yaratıyordum. Sebebi de babamdı. Bir okul çıkışında takım elbise ve gri saçları ile beni almaya gelince çocuklar ‘deden mi’ diye sormuşlardı. Ben de ‘evet, dedem’ dedim. Babamın yanındaki genç adamı göstererek ‘benim babam işte o’ deyiverdim. Dolayısıyla bu yalanı sürdürebilmek için kimse ile fazla muhatap olmamam gerekiyordu. Bu da benim ‘hususi hayatım’a ait bir sır olabilirdi. Hususi hayat… Özellikle babam yanında kimsenin dedikodusunu yaptırtmaz ‘efendim, onun hususi hayatı, bizi hiç ilgilendirmez’ diyerek üçüncü şahıslar hakkındaki konuşmaların önünü keserdi. Ben yine bir gün çocuk aklımla - ama şimdiki çocukların aklı ile değil, 70’lerde çocuk­ olanların aklı ile - gazetedeki Zeki Müren’in kadın mı erkek mi olduğunu anlayamadığımı söylemiş ve cinsiyetini sormuştum. Babam yine ‘bilmiyoruz, onun hususi hayatı, kimseyi ilgilendirmez’ dedi. Ah bu hususi hayat… Bazen tuzak, bazen can simidi bir kavram işte… Aslında babam 1949 yılında not defterine gizlice ‘sevdim’ diye yazarken Zeki Müren de musiki tarihine ‘Zehretme Hayatı’ isimli beste ve güftesi kendisine ait bir eser ile not düşüyordu.

Zehretme hayatı bana cananım

Elemlerle doldu benim her anım

Kederimle yanıp sönse de canım

İnan ki ben sana yine hayranım

1949 yılı… Edebiyatta da parlak bir yıldı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha sonraları Nobel ödüllü Pamuk’a ilham verecek kitabı Huzur yayımlanmıştı. 1954 yılında İstanbul’da kışın pek sert geçmesi romantizmi doruğa çıkartmış olmalıydı. Ancak hasret içinde kavuşamayanların üşüdükleri filan yoktu. Ayrılık ateşten bir oktu. Aşktı bu… Her şeye konardı… Seni elinde ‘bir demet yasemen’ ile -ki aşkının tek hatırası- ortada bırakırdı ama kimse bundan şikayet etmez , aksine üzerine şarkılar yazardı. İşte o zaman, zaman dururdu. Nerede akıllı telefonlar, nerede sms paketleri? İşin telepatiye kaldıysa en fazla evrene bir ezgi yollamalısın kanka… Maşuk’un gözlerine değerse gözlerin, yapabileceğin en fazla bütün duyguları karşı tarafa göz vasıtası ile iletmekti. Aşıklar, gözlere fazla yüklenince birden kör olmalar ve ani felç gibi bazı trajedilere sebebiyet verdiler. 1957 yılında İstanbul’da telefon şebekesinin hat sayısı 200bine yükseltilince telepatik iletişimin yükü de biraz olsun hafiflemişti. 1961 yılında ise, Belvü Gazinosunda ya da Maksim’de ışıltılı gömleklerini yavaş yavaş sahnelere çıkartan Zeki Müren ‘unutamam seni’ diyordu sahneden sevdiğine… Sevdiği kadın mı, erkek mi… Bu onun hu-su-si hayatı…

‘Cesaretin varsa çık önüme’ diyerek bazen karşımızda kıvrananı sarsmak isteriz ya… Bizim mahallenin en gaza getirici lafıydı. Erkeksen söyle! Bu erkeklik testiyse, Zeki Müren en erkek olanımızdı. Aşk işte böyle yaşanmalıydı. Zeki Müren’in yaşadığı gibi… Sevdiğinin cinsinin, sosyal sınıfının, yaşının, medeni durumunun bir önemi yoktu. Bir insanı sevmenin menfaatle hiç alakası yoktu. ‘Altın kafes’leri yerle bir edip ‘belki bir sabah geleceksin’ diyerek yıllarca beklenmeliydi sevilen. Beklerken ‘mevsimler dönecek’ti elbet ama ‘ümidini kirpiklerine bağlamışsa gönlüm’ kafamı kesseniz de ‘unutturamaz seni hiçbir şey’ inadıyla tutuşmuyor idiyseniz tutunamayanlardan değildiniz. Tutunanların ise, yani düzenin akışına kendini bırakanların aşk dilemeğe hakkı yoktu. Aşk bir özgürlük masalıydı 60’larda.

Aşk… Kadınlara ve bazen erkeklere, ya da hiçbir şey olmayanlara veya her şey olanlara… Kısaca pençesine düşenlere… Ah neler yaptırtır neler? Bazen aşkın bir kadına bir orduyu karşısına alacak bir cesaret verdiğini görmüştür 60’lı yıllar. Bir başvekil sevmişsen, sevdiğin adamın ipe gideceğini biliyorken, belki vereceğin ifade seni de ipe götürecekken, Askeri Mahkeme heyetinin sorgusu sırasında, cümle alemin önünde ‘o adamı o kadar sevdim ki, çocuğunu gururla taşıdım ancak bebeğimiz doğum sırasında öldü’ dedirtecek kadar güçlüsündür. Tam o sırada Zeki Müren’in dudaklarından ‘inleyen şu kalbim’ güftesi dökülürken... Belki de Zeki Bey bütün cesaretiyle o geçilmez sevda sularında yüzmeye başlamışken… Daha sonraları bu yıllardan bahsederken 1962 yılında çok büyük bir aşk yaşadığını söyleyecekti.

Kentsel dönüşümün ayak sesleri aynı yıllardan gelmekteydi. İstanbul apartman hayatıyla tanışıyordu çünkü 1965 yılında Kat Mülkiyeti Kanunu kabul edilmişti. Bahçesinden kahkahalar yükselen müstakil evlerin yerini yavaş yavaş apartmanlar almaya başlamıştı. Babaanneme göre komünistlerin işiydi bu. Herkes nasıl bir arada yaşardı böyle? 1966 yılında Anadolu otomobilleri piyasaya sürüldüğünde radyolarından Zeki Müren’in sesinden ‘senede bir gün’ şarkısını dinliyordu müzik sevenler. Hiç lüküs hayat ile fakir hayat bir olur muydu? Şişli’de bir apartıman… Yoksa halin yaman… Ancak aşk öyle mi? Herkesi eşitler; sınıfsız, milliyetsiz, imtiyazı sadece aralarındaki bağ olan kaynaşmış bir beden kılardı. Ancak bazen ‘öteki’ydi sevdiğin ve gitmesi gerekirdi. Otorite senden olmayan ya da sana uygun görmediği ile vuslata hep engeldi. Oysa aşk üniformizasyon kaldırmazdı. 1964 yılında İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu binlerce kişi sınır dışı edilmişti. Vatan dediğin aynı kandan olanlarındı. Nice aşklar suyun öte yanına sürüklendi. Yıllarca bir gün olur ya büyükler de aşka gelir ümidiyle mektuplarda yaşandı.

Oysa herkes bilirdi. Aşk geldiğinde kapıya gözlerden onun yüzü gitmezdi. Seneler birbirini kovalasa da dudaklarından ismin silinmezdi… Ayırsalar da, sevdiğini sana vermeseler de bir kere sevince kolay kolay unutamazdın. Zaten feysten arkadaşlıktan çıkartma gibi bir lüksün de yoktu. Senede bir kere de olsa razı olurdun vuslata. Öyle bir tuşla geçmişi temizleyerek izlerini de silemezdin. Bir gün, geri geliyormuş gibi yaptığında, için hopladığında ‘bir yangının külünü yeniden yakıp geçen o sevgiliyi sarsıp ‘Niçin yarım bıraktın’ diye sızlanırken… Bakarsın yıllar yılları kovalamış. Hem ben…

Ben seni unutmak için sevmedim

Buyurun, buradan yakalım. Artık 70’lere gelmişsin. Boğazı bile arabayla geçiyorsun. Sanki biraz sitem halleri… Yavaş yavaş hayatından çıkanlara ‘intizar’ etmeler… Etme… Ben de biliyorum be sevdiğim… Saçlarım tarumar gözlerimde nem… Ateşe benzerdim. Küle dönmüşüm… Söyleme. Yolların yürümekle aşınmadığı tavsiyesine uyanlar ‘Yol’ filmini çektiler o zamanlar. Ne yollar gittim ben içimde, dışımda… Ah bu şarkıların gözü kör olsun. Ama sen bana değil kalbime borçlusun.

Buraya kadar sormadım. Sevdiğin kimdir, ne cinstir, nasıldır? Beni ilgilendirmiyor. Beni sadece sevme gücün ilgilendiriyor. Benim için bütün dünyayı karşına alıp Zeki Müren gibi seveceksen… Sev… Sevebilirsen. Haysiyetini bayrak yapıp düş aşkının önüne… Erkekse erkek… Kadınsa kadın… Yaşı, mesleği, kazandığı para, tahsili, ailesi? Kime ne… Bu senin ‘hususi’ hayatın… Devlet politikalarıyla, sakız değerler ile açıklanamayacak kadar ciddi ve önemli... Ruhunu aydınlatıyor, aklını yerinden alıyorsa… Sana duşta şarkılar söyletiyorsa… Düş… Aşk’a. Düşebilirsen… Tomalara göğüs geren Zeki Müren kadar cesur değilsen ve ‘elbet bir gün buluşacağız’ tevekkülünün dayanılmaz uyuşukluğu içindeysen… Böyle bırak git… Gidebilirsen… Çünkü mevzu b’aşka.

Zeynep Pelin Ataman

Öne Çıkan Yazılar
Öne Çıkan Yazılar
bottom of page